Osman otuzlu yaşlarında, kendi halinde bir gençti. Evine gelmiş balkonda kahvesini içiyordu. Kahve eşliğinde derin düşüncelere daldı. Düşündükçe içindeki sıkıntı da artıyordu. Sıkıldıkça bir çözüm yolu için daha fazla düşünmeye başlıyordu. Dünyada bir düzen değişirken, o çevresindeki sahteliklerden sıkılıyordu. Dünya genelinde bir şeyler oluyordu. Bir tarafta felaketler, bir tarafta ekonomik çöküntüler… Ama insanlar sanki her şey normalmiş gibi yaşamaya devam ediyordu. Herkes dünden daha çok eğlenmek için yarışıyordu adeta. Öbür tarafta bir damla suya muhtaç insanlar vardı. Keyiflice yemeğini yiyenleri gördükçe, açlıktan ölen insanlar aklına geliyordu. Bir şehrin çöpüne muhtaç bir ülke vardı belki de. Sanki birileri sahte bir mutlulukla gerçekleri gizlemeye çalışıyordu.
Bir de yapılan katliamlar vardı. Kimisinin sadece teni farklı diye... Kimisi sadece başka bir şeye inanıyor diye... Kimisinin dili farklıydı sadece… Bir de çocuklar vardı, henüz niye öldüğünü bile bilmeyen çocuklar. Annesinin adını bile öğrenemeden bu hayattan göçen çocuklar. Abisiyle oyun oynamanın keyfine varamamış çocuklar. Sahi bu çocukların oyunu sanki ölümle yarışmak gibiydi. Üç gün fazla yaşayan, annesinden kalan son damla sütü içebilirdi. Tabi annesi ondan önce ölmediyse. Belki fazla yaşayan esir düşebilirdi, kim bilir?
Dünyada bu kadar şey olurken, insan nasıl tepkisiz kalabilir? Bakışlarını kaçırmak, olayları görmezden gelmek, yaşanmasına engel olmaya yeter mi? Ya da haberlerdeki birkaç dakika… Bu dehşeti tasvir etmeye yeter mi? Göz görmeyince gönül katlanıyor mu gerçekten? Katlansa bile, Osman’ın gönlü katlanmıyordu sanki… Bu tarz insanları görünce okuduğu bir söz geliyordu aklına. “Birisinin gözünü yumması ile gece olmaz. Gözünü yuman sadece kendine gece yapar, kendini aldatır.”
Sahi bir babanın acısını tarif edebilecek bir kelime var mı? Daha isim bile koyamadan kaybettiği evladının acısını? Yoksa yirminci evliliğinden boşanan bir ünlünün acısı daha mı büyük? Peki insan bunları fark ettiğinde ne yapmalı? On gün sonra unutulacak sloganlar, yürüyüşler, nöbetler, pankartlar mı?
Osman için bunlar anlık bir tepkiydi. Bir süre sonra bu organizasyonlar da rant meselesine dönecekti. Osman zaten tam da bu sahteliğe kızıyordu. Açlıktan ölen insanlar için yürüdükten sonra, iki porsiyon kebapla ödüllendirilmeye... Sadece yağmur yağmadığında dua etmenin samimiyeti de sahteydi. İyi de ne yapabilirdi, nasıl yardım edebilirdi?
Birilerine yardım etme isteği içinde büyüyordu. Ama insanlar burada bile sahteliğe gömülüyordu. Yardım adı altında adeta duygular sömürülüyordu. Özel bir üniversitenin harcını bağışla toplayan biri bir tarafta… Çocuğu için ilaç ücretini toplayamayan biri bir tarafta… Gerçek bir yardımı nasıl sağlamalıydı? Yardım edemedikçe daha çok buhrana gömülüyordu.
Birilerine yardım eli uzatabilse, en çok kendisi rahatlayacaktı belki de. Kendi içinde de bir ikileme düştü. Kendisi için mi birilerine yardım etmeyi bu kadar istiyordu? Yoksa birilerinin ihtiyacını görmek istediği için mi? Bu buhranı yaşamayı bile kaldıramıyordu. Yardım edebilen nasıl ediyordu peki? Birileri orada yemek dağıtabiliyordu mesela. Oradaki bulaşıkçı olabilmeyi hayal etti. Bunun hayali bile bir ferahlık veriyordu. Ama orada bulaşıkçı olabilmek bile ona nasip olmamıştı. RABbi yardım için onu seçmemişti. Osman bu yardım meselesinde RABbini yeterince ikna edememişti.
Bu olaylar yaşanırken gerçekten ne yapabileceğini düşündü. Orada insanlar sadece Müslüman oldukları için katlediliyordu. Ve Osman elinden bir şey gelmediği hissiyle doluyordu. O yemeğini yerken birileri açlıktan ölüyordu. Yardım edebilmeyi bile RABbi ona bahşetmemişti. Samimi bir şekilde dua bile edemiyordu. Ne yapabilirim düşüncesi ile birlikte… Günlük yaşantısı, çevresindeki sahtelikler, arkadaşlarının konuşmaları…
Giren vakitle birlikte bir abdest aldı ve namaza durdu. Ezbere okuduğu ayetler dikkatini çekti. Daha önce anlamlarına bile bakmamıştı. Bu da ona çok sahte geldi. Sanki namaz kılmak yerine şiir okuyup spor yapıyor gibi hissetti. Namazdan hemen sonra, okuduğu surelerin anlamlarına baktı. Nasr ve Fil suresini okumuştu. Anlamlarını öğrendiğinde bir karar aldı. En azından bu zulüm bitene kadar bu sureleri okuma kararı... Bu sureleri okurken RABbin fethinin elbet geleceğine inanıyordu. Ve bu fetih için bir ebabil olabilmeyi diliyordu. Sadece dilemenin yetersiz olacağını biliyordu. Yine de elinden gelen en samimi eylem şu anda buydu.
İnsan gerçek ve sahteyi ayırt edemediğinde, kendi düşünceleri içerisinde kaybolabiliyor. Her şeyden kuşku duyar hale geliyor. Ve bu şekilde sağlıklı düşünme yetisini de kaybediyor. İstekleri, düşünceleri, korkuları, hedefleri karmaşık bir hal alıyor.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi tam da bu yüzden insanlara, bilincin nasıl açılacağından bahsediyor. Gerçek ve sahteyi ayırt etmenin yöntemlerini veriyor. Bu şekilde belirsizliği ortadan kaldırarak, seçenekler arasında bilinçli bir şekilde karar vermeyi sağlıyor. Bu da insanın iradesini daha güçlü hale getiriyor.
Bunun ilk adımı olarak Deneyimsel Öğreti diyor ki; “Bir şey gerçekse zıttı da gerçektir. Bir şeyde ölçü ortaya girdiği zaman, belirsizlik ortadan kalkıyor. Ve insan bilinçli bir şekilde seçimlerini yapabilir hale geliyor.”
1 Yorumlar
Bu yazıyı okuduktan sonra aklıma Cuma namazları çıkışında toplanan paraların başında durup "az çok demeyelim camiiye yardım edelim" diyen kişinin sözü geldi aklıma. Bizde birilerine yardım ederken az çok demeyelim. Tıpkı orman yangınındaki serçe kuşu misali. "Benim elimden helen budur..." Elinize sağlık...
YanıtlaSil