Sen mi muhtaçsın, ben mi muhtacım?

“Ama daha onlarcası, yüzlercesi var. Nasıl yetişeceğim ben onlara? Tek başıma olmuyor ki! Hele şu yaşanan olaylardan sonra…”

Sene iki bin, yeni batmıştı Fatih’in şirketi. Küçük bir hazır giyim işletmesi vardı. O kadar yılların tecrübesiyle pek olacak iş değildi. Bir de Boğaziçi Üniversitesi'nden elde ettiği ekonomi bölümü tahsilatı… Üstüne bir de iştahla devam ettiği yüksek lisansı… Batması için sebep yok gibi gözüküyordu. Lakin olan olmuştu, takdir verildiyse yapacak bir şey yoktu. İşletmesi en sonki büyük sarsıntıya dayanamamıştı. Peki, şimdi ne yapacaktı? Eşinin, çocuklarının geçimi, kişisel ihtiyaçları vardı… İş hayatının gitmeyi mecbur kıldığı konferanslar, vakıflar… Ve o sürekli hayalini kurduğu düzenli, büyük yardımlar… Yardım isteyemeyecek kadar kaliteli insanların ihtiyaçları… Ailesi, kalacağı bir evi, danışacağı bir abisi, ablası olmayanlar…


Üniversiteye yeni başladığında arkadaşlarıyla bir şeyler yapıyorlardı. Kendi aralarında biriktirdiklerini çevre mahallelere, semtlere dağıtıyorlardı. Belirli bir derneğe, vakfa bağlı olmadan gönüllü yapıyorlardı. Bunu aynı zamanda çevredeki üniversitelere de yaymışlardı. Güzel bir işte bulaşıcı olabilmişlerdi. Tabi zorlanıyorlardı da aynı zamanda. Hiç oralı olmayanlar bir kenara, kendi aralarından da kopanlar oluyordu. “Dersim var, şu an uğraşamam.” çok duyulan cümleydi. Bugün “Dersim var.” diyenler, yarın “İşler yoğun.” diyordu.

Oluyordu bir şeyler ama bir süreklilik gerekiyordu. “Kan acil değil, sürekli ihtiyaçtır.” Hepimizin biliriz kan ile ilgili bu bilinçlendirme cümlesini. Ama bu durum yiyecek, giyecek gibi şeyler için de geçerliydi. Kendi de mezuniyete kadar bu meselelerle iyi ilgilenebilmişti. Fakat iş hayatı epey farklıydı. Gittiği her yerde, her sohbetinde işi aklına geliyordu. Hazır giyim satışları, şirketin maliyetleri derken… İş dışında başka şeylere odaklanamıyordu. Bu durum canını iyice sıkar hale gelmişti. “Ne zaman?” diyordu ,“Ne zaman?”. “Ne zaman ‘ben’ den çıkacağım? ‘Biz’ i düşünmeye döneceğim tekrar? Bu kadar merhametli insanı nasıl bir davada toplayacağım?”


Kendi adını verdiği bir topluluk kurmuştu sonunda. ‘Merhamet Davası’ İşyerinin batmasından sonra büyük bir moral kaynağı olmuştu. Başta en yakınlarıyla beraber başlamıştı. Üniversiteden kalan alışkanlıkları ona yardımcı oluyordu. Mailler atıyor, çevreye soruyor, kendine destek verecekleri arıyordu. Eski tanıdıklar da bu listenin içerisindeydi. İlk maili attığında yirmi, otuz kişi olumlu dönmüştü. “Tabi ki ağabey, gidelim, görelim, çorbalarda tuzumuz olsun.” Hafif hafif büyümeler biraz güven vermişti onlara. Hatta dernekleşmeye kadar gitmek istemişlerdi. Ama her seferinde sevinçleri kursaklarında kalıyordu. Bürokratik izinler, çevredekileri birleştirmek, bir hedefte odaklanmak, maddi süreçler… Babasının da zamanında moralini bozması hep hatırındaydı: “Oğlum hayrın sonu yok, sen mi keşfedeceksin? Sen kendi işine gücüne bak.” Ayartıcılar etrafını sarmış, her biri: “Ne gerek var?” diyordu. Vicdanı ise ne gariptir hep rahattı. ‘Ben’ den çıkıp ‘biz’ e geçtiği her an içi kabarıyordu. Toplum faydasını düşünmek, iletişimde ‘biz’ boyutuna geçmek moral kaynağıydı.

Tabi başlangıçta beş, on aile… Çevreden toplanan yirmi, otuz kişi… Başlangıç için faaliyetler kısıtlıydı. Şimdi ise; Arakan’dan İdlib’e, Afganistan’dan Balkanlar’a birçok yerdeydiler. Onlarca değil, binlerce aileyi hayat onların karşısına çıkarıyordu. Sadece üç bin aileye düzenli erzak yardımı yapılıyordu. Kağıthane, Çekmeköy, Bağcılar, Alibeyköy… Varlıklı patronları davet etmiyorlardı artık. Gençlerin olmayan ceplerindekilerle koşuşturuyorlardı bir yerlere. Yirmi otuz değil, iki yüz üç yüz kişi faaliyetteydi. Küçük bir başlangıç, ne büyük yerlere varmıştı…

“Ne kadar hızlı bitti çay!” Tüm bunları çayını içerken düşünmüştü. Gençlerin Fatih Abisi yani Fabi’si olmuştu. Sivil toplum kuruluşların örneği, Merhamet Davasının kurucusu… Nasılda buralara gelmişti tüm bu işler? İmkanları eksilmesi gerektiği yerde nasıl artmıştı? Leb demeden Çorum’u anlayan gençlere nasıl örnek olmuştu? Bir nevi insanları tahrik etmeye başlamıştı. Aynı motorun tahrik oluşturduktan sonra enerjisini düşürmesi gibi. Artık bir şeyleri tekrarlamaya gerek kalmıyordu. Yönettikleri arasından mini yöneticiler çıkıp hemen organize oluyorlardı. Deneyimini aktardıklarına pasifleştikçe, onlar kendi aralarında aktifleşmişti. Peki nasıl, nasıl canlılığını, tebessümünü korumuştu? Nasıl danışılan, fikri sorulan birisi haline gelmişti? Nasıl ihtiyaç gördükçe ihtiyacı görülmüştü? Nasıl, yardım ederken muhtaç olanın kendisi olduğunu fark etmişti?

Eee, insanoğlu işte… Nedenini, tanımını kavrayamadığı durumu hep düşünürdü zaten. En çok da işlerin gerçek hayatta nasıl döndüğünü anlamlandıramadığında…

Deneyimsel Tasarım Öğretisi gerçek hayatta işlerin nasıl döndüğünü anlatır. İnsanın mutluluğunu ve başarısını amaç edinen bir bilgi topluluğudur. İnsanın bu amacına ulaşmaya çalışırken karşılaştığı problemler ana ilgi odağıdır. Yöntemi yasalara bağlı strateji geliştirmektir. Aktardığı bilgileri ise müfredatına alırken tutarlılık, anlaşılabilirlik, uygulanabilirlik ve faydalılık testlerinden geçirir.





Yorum Gönder

0 Yorumlar