Baskı Ayrıştırır

Oturdukları bina sıtmaya tutulmuş gibiydi. Soğuktan donmak üzere olan biri gibi zangır zangır titriyordu. Uykuda oldukları için ne olduğunu anlamadılar. Sanki bütün eşyalar birbirleriyle tekme tokat kavga ediyordu. Eşyaların birbirine çarpma sesleri, çıkardıkları gıcırtılar, gümbürtüler…

Ve sadece birkaç dakika sonra… Uykudan uyanıp ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Dünyada kıyamet mi kopuyordu acaba? Bilinçleri birazcık yerine gelince bunun bir deprem olduğunu anladılar. Deprem o kadar şiddetliydi ki yataktan inemediler. Bütün eşyalar hem birbirine hem duvarlara çarpıp yere düşüyordu. Beraberinde de müthiş bir gürültü çıkarıyordu. Bu gürültü duyanlar için çok korkutucuydu. Ardından gelen binaların yıkılma sesi, eşyaların çıkardığı sesleri bastırmıştı. O heybetli binalar depremin şiddetine dayanamayıp bir bir yıkılmaya başlamıştı.

Herkes çok korkmuş ve ne yapacağını bilemiyordu. Çığlıkların, bağrışmaların ardı arkası kesilmiyordu. Binalar ardı ardına yıkılmaya devam ediyordu. Binalardan kaçabilenler ardında bıraktıkları tanıdıklarını, komşularını, eşlerini, dostlarını düşünüyorlardı. Çaresizce düşünüyorlardı, acaba onlar da kurtulabilecekler miydi?  Şu anda herkes kendi canının derdindeydi.

Yıkılan binaların gürültüsünü bastıran bir ses daha vardı. Evladını, eşini, dostunu enkazın altında bırakanların sesi… Deprem başlayalı birkaç dakika olmuştu. Buna rağmen acının miktarı yıkım miktarını çoktan aşmıştı...

Gün ağardığında toz bulutları gökyüzünü kaplamıştı. Binaların birçoğu yıkılmış, bir kısmında da yangın çıkmıştı. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimse yıkımın ne boyutta olduğunu bilmiyordu. Ama herkesin öğrendiği net bir şey vardı. Risk altındayken koşup sığındıkları binalar, şimdi en büyük riskti. Herkes binalara sığınmak yerine, onlardan uzak duruyordu.

İnsan iyi kötü bir evde oturup, temel ihtiyaçlarını giderdiğinde "Aç değiliz, açıkta değiliz." der. Oysa şimdi herkes bir anda "Hem aç hem de açıktaydı.". Sokaklar, parklar, bütün boş alanlar insanlarla dolup taşmıştı. Ortalık adeta mahşer yeri gibiydi. Tanıdık bir ses duymak, tanıdık bir yüz görmek en temel ihtiyaçtı. İhtiyaçlar bir anda yer değiştirmişti. Paranın tüm değerini kaybettiği bir andı! Para var ama alacak ekmek dahi yok. Para var ama soğuğa çare yok. Araba var ama arabanın akaryakıtı yok. O zaman paranın sadece bir kağıt parçası olduğu anlaşılmıştı.

İnsanlar gördükleri manzara karşısında, yaşıyor olduklarına şükretmeye başladırlar. Bilinçleri yerine geldiğinde, "Ne yapabiliriz?" diye düşünmeye başladılar. Yaşanan çok büyük bir yıkımdı. "Madem hayatta kaldık yaşamaya devam etmeliyiz..." diye düşündüler. Ölüm kokusu nasıl tarif edilebilir ki?

Öncelikli ihtiyaç tabii ki yeme, içme ve barınmaydı. Dışarıdan gelen yardımlar da bu ihtiyaçlara yönelikti. Hemen çadırlar ve aşevleri kuruldu. Herkes iyi yada kötü karnını doyurmaya başladı. Bir yandan da çadırlar kuruluyor, açıkta kalanlar yerleştiriliyordu.

İnsanın bu dünyada ihtiyaç duyduğu şeyler aslında hep aynıydı. Ama imkanlar arttıkça, ihtiyaçlar isteğe dönüşüyordu. Hayat insanı başladığı yere geri döndürünce kimse zorluk çekmedi. Hatta "Halimize hamdolsun!" diyenler bir hayli fazlaydı. Nasıl ki insan sağlıklı iken, sağlığına şükretmiyor… Parmağı kesilip hastaneye gidince diğer hastaları görüp şükrediyorsa… Aynı insan yediği içtiği şeylere şükretmeyi de unutuyor. Her şey gidince bir tas çorbaya şükreder hale geliyordu…

Depremden sağ kurtulan aileler bir göz çadırda yaşamaya başladılar. Anne, baba ve çocuklar yan yana yatıyor. Gündüz döşekleri kaldırıp, aynı yerde yemek yiyorlardı. Tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi… Eskiden de böyle değil miydi? Aynı yerde sofra kurar, aynı yerde sohbet eder, aynı yerde uyurduk. İmkanlar artınca vazgeçtiğimiz yaşam şekli... Bir sarsıntı; bizi eski halimize, özümüze, temel ihtiyaçlarımıza döndürmüştü.

Geniş evlerimizde çocukların ayrı odalarda olduğu... Herkesin kendi isteklerine odaklandığı yaşamlar geride kalmıştı. Artık çadırda ve ya tek göz konteynırda... Tüm aile bir arada yaşamak zorundaydı. Elektrik yok, bilgisayar yok, televizyon yok... Alışık olduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz imkanlar yok! Ne var peki? Daha çok iletişim, sohbet, muhabbet var… İnsanların birbirini daha çok dinlediği, daha samimi ilişkiler var…

Bazıları ise giden mallarına, kaybolan imkanlarına, ertelenen zevklerine çok üzüldü. Ufacık çadırı, tek göz konteynırı kendine zevk alanı yaptı. Vazgeçemediği kötü alışkanlıklar burada da devam ettirdi. Yaşanan bu büyük olay o tip insanlara ders olmamıştı. Aksine tam tersi etki oluşturmuştu.

Deprem insanlar için bir baskıydı, baskı ise ayrıştırıcıdır. Kimi insanlar bu olayın bir musibet olduğunu düşünüyor, ders çıkarıyordu. İmkanlarının azalmasına şükrediyor, bundan sonrası için yönünü doğruya çeviriyordu. Bazısı ise ders çıkarmak bir yana giden imkanlarına üzülüyordu. Kendini hırpalıyor, sürekli veryansın ediyordu.

Deprem de insanları böyle ayrıştırdı. Yönü doğru olanı, o yönde daha da ilerletti. Yönü yanlış olanı da o yönde ilerletti. İman edenin imanını arttırdı, inkar edenin inkarını arttırdı. Her baskıda olduğu gibi yönü aynı olan insanlar birbirine yaklaştı. Yönü farklı olan insanlar birbirinden ayrıştı.

Her baskı ayrıştırır, mutlaka ayrıştırır. Bu ayrışmada bizim yönümüz ne yönde?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; "Baskıda ayrışırız ama mutlaka ayrışırız. Beyazda mı, siyahta mı olacağını ödediğimiz bedeller belirleyecek…"

Yorum Gönder

0 Yorumlar