Anadolu’dan Şehre

Yıl bin dokuz yüz yetmiş dört, soğuk ve sisli bir İstanbul sabahı… 

Sabahın erken saatlerinde muavinin dürtmesiyle uyanmıştı. Otogarın en yoğun olduğu saatlerdi. Osman etrafa baktı, keşmekeşliğe alışmaya çalışıyordu. Köydeki imkansızlıklar, şehre göç etmeye zorlamıştı. on yedi yaşında, bilmediği bir şehirde, bilmediği kalabalık yığının içindeydi. Farklı kültürlerden, farklı ekonomik seviyeden, farklı inançlardan insanların olduğu bir şehir.

Anadolu’dan gelen kolaylıkla anlaşılırdı. İşportacılar insan sarrafı olmuştu. Osman’ın yanına gelip konuşması, halini sorması onunla ilgilenmesi hoşuna gitmişti. “Ne büyük şehir, insanı bile farklı.” diye iç geçirdi. İşportacı, yemek ısmarlamasıyla oltaya biraz daha çekmişti. Anadolu’dan gelenin, birikmişinin olabileceğini kestirmek zor değildi. Şanslı olmalıydı ki lokantanın camından abisi ve yengesi onu tanımıştı. Yanındakini de görünce durumu anlamış işportacıyı savmışlardı.

İstanbul’un başlangıcının kolay olmayacağının işaretlerini görmüştü. Abisi omuzlarının düştüğünü görünce; “Her işin başı zordur ama her zorluğun ardından gelen bir kolaylık vardır.” diyerek teselli etti. 

Hayatın başlangıcında da sonrasında da zorluklar vardır. 

Yürümeyi öğrenmek zordur ama zorluk geçicidir. Yeni bir işe başlamak zordur, ancak zorluk geçicidir. Problemlerin varlığı insanı güçlendirmek içindir. Yürümek için kas ağrıları yaşamamış olsaydı insan yürüyebilir miydi? Kozasından çıkmak isteyen tırtıl zarı zorlamasaydı kanatları güçlenir miydi? Uçabilir miydi?

Osman bunları duyduktan sonra biraz rahatlamıştı. Şimdi yapması gerekenlere odaklandı. Abisinin çevresine iş bulunması için haber saldılar. İki yerden haber geldi. Birisi bir marangozluk diğeri de tezgahtarlıktı. Tezgahtarlıkta daha iyi kazançlar vardı. Ancak Osman’ın ağzı pek laf yapmazdı. İnsan ilişkilerinde iyi değildi. El işçiliğine, zanaata önem verirdi. Zaten büyük dedesi de köyün ustasıydı. Elinden her türlü iş gelirdi. Osman da onun yanında yetiştiği zamanda el işçiliğini geliştirmişti. 

Bir marangozhaneye çırak olarak işe girdi. Yeni insanlar yeni bir iş ortamı onu oldukça zorlamıştı. Aldığı para da yola gittiğinden gün sonunda parası kalmıyordu. “Para kazanmaya diye geldik, cebimizden yer olduk.” diye sitem ediyordu. Abisinin yanında kaldığından onlara da destek olmak istiyordu. Bu durum onu mahcup hissettiriyordu. Abisi bu süreçleri yaşadığından onu telkin ediyordu. “Oğlum sen kafana takma, işini öğrenmeye bak. Çıraklığın ne kadar kaliteli olursa ustalığın da o kadar iyi olur.” derdi. Baba edasıyla kardeşini sahiplenmişti. Bu durum biraz daha rahatlamasına sebep oldu.

Osman da işine hakkıyla bilinç verdi, öğrendi. Her şeyin el işçiliğiyle yapıldığı dönemde işi öğrenmek kolay olmadı. Nihayetinde bir sanat icra ediyordu. Kimi zaman kuyumcu hassasiyetinde, kimi zaman da saat ustası gibi ince işler yapmıştı. Uzmanlığı ahşap oymak olmuştu. Ceviz işlemeli vitrinler, gürgen oymalı orta sehpalar ve nicelerini özenle yaptı.  Bir elinde iskarpela, bir elinde çekiç, ahşapla dans ederdi. Ustasının tasarlaması onun işçiliğiyle vücut buluyordu.

İstanbul’daki ünleri artık Avrupa’ya da yayılmıştı. Yurt dışından siparişler geliyordu. Bu yoğunluğu aşmak için ustası bir dükkan daha tuttu. Dükkanı tuttu ama kime tuttu? O zamanlarda el verme vardı. Bir usta çırağının samimiyetini bağlılığını görür, onu yetiştirirdi. Yetiştirmeyle kalmaz gelin olmuş giden kızlar gibi onu allar pullardı. Ona bir yer tuttu, ihtiyacı olan makineleri de taksitle satın aldı. Ustasına olan güven sayesinde, ustasının kefilliğinde her kapı kolayca açılmıştı. Çünkü bu bir gelenekti. Ustası da ustasından bunu görmüştü. Bu da onun boynun borcuydu. 

Biliyordu ki usta dediğin ardında onu yaşatacak izler bırakmalıydı.

Osman da ustasının boynunu hiç eğmedi. Osman’a yönlendirdiği işleri hakkıyla yaptı. Bu işler kimi zaman angarya gibi gözüken işler de olsa gocunmadı. Ustasına olan vefasını ödeyemeyeceğinin bilincindeydi. Zaman içinde borçlarını bitirdi. Kendi işlerini de almaya başladı. Daha büyük işler almasına rağmen özenini azaltmadı. En ufak bir şimşir kaşık isteyen komşularına da özel müşterilerine de aynı özeni gösterdi. Bu da ustasından gördüğü bir özellikti. Ustası azı hiçbir zaman küçümsemezdi. İşin büyüğü küçüğü diye ayırt etmezdi. Güvenilir esnaf olmak bunu gerektirirdi. Şunu biliyordu; para getirmeyecek işteki tepkin, para getirecek işteki sürecini belirler. İşine gösterdiği ciddiyeti, elemanlarına geçirebilmişti. O yokken bile elemanları hassasiyetini azaltmadan çalışıyordu. Osman da çıraklığında, ustası yokken böyle çalışırdı. Şimdi o zamanında nasılsa kendi çalışanları da öyle olmuştu.

Osman’ın bu derece işine özen göstermesi tesadüf değildi. Para kazanmanın zorluğunu da, insanları tatmin etmenin yolunu da, haz etmediği insan ilişkilerini yönetmeyi de kolay öğrenmedi. Her şeyin bedelini hakkıyla ödedi. Hiçbir sürecin zorluğu onu yıldırmadı. Bunca sürecin sonucunda geldiği yerden mutluydu. “Tırnaklarımla kazıyarak geldim, bir başıma çabaladım, ben yaptım!” demedi. Çünkü sürecin sonuna bakıp değerlendirme yapmadı. O sonuca nasıl vardığını iyi biliyordu. Başarmanın verdiği hazla, insan yetiştirmenin hazzını da tatmak istiyordu. Geldiği noktada sırtını arkaya yaslayıp içtiği bir bardak çayla “Çok şükür.” diyordu. 

Aldığı desteğin kimden geldiğini biliyordu…




Yorum Gönder

2 Yorumlar