Senin İsmail'in Kim?

Hz. İbrahim’in uzun yıllar çocuğu olmamıştı. İbrahim (a.s.) RABBine dua etmişti: “RABBim! Bana iyilerden olacak bir evlât ver!”

Bunun üzerine kendisine akıllı ve iyi huylu bir erkek çocuğu olacağı müjdelendi. Babalık sevgisiyle oğluna karşı içinde muhabbet uyanır zamanla. Tabir-i caizse, İsmail onun gözünün nuru olmuştur. Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince babası ona, “Yavrucuğum” dedi, “Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm; düşün bakalım sen bu işe ne diyeceksin?” 

Bu rüya birkaç kez tekrar edince, hak olduğunu anlamıştı. Durumu oğluna aktardığında, oğlu: “Babacığım! Sana buyurulanı yap; inşALLAH beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın” dedi. 

Başımı vermek benim için bir an sürer. Ama kendi elinle oğlunu kurban etmek, gönlüne zor ve ağır gelebilir. Bu yüzden senden üç arzum var dedi. İlk olarak, ellerimi ve ayaklarımı sıkı bağla! Belki gırtlağım hançerine dayanamaz, elimi, ayağımı oynatır da seni üzerim. İkincisi, beni yüzü koyun yatır, yüzümü görme. Ben de yüzünü görmeyeyim ki, belki coşarım da, senin babalık sevgin harekete gelir, ikimiz de, emri yerine getirmekte kusur ederiz. Üçüncü olarak da annem beni göremeyince dayanamaz, onu teselli et ve iyilikte bulun. 

Ve bu söylediklerinde de oldukça samimiydi İsmail. Tam bir teslimiyet içerisindeydi. 

Her ikisi de (ilâhî buyruğa) teslim olunca ve babası onu yüzüstü yatırınca, “Ey İbrahim!” diye ona seslenildi. “Tamam, rüyanı gerçekleştirmiş oldun.” Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı. Oğlunun canına bedel olarak ona büyük bir kurban vermişti RABBi.  

O günden sonra ALLAH adına kurban kesmek bir adet haline geldi. En azından öyle biliyoruz. Oysa ilk kurban olayı Hz. Âdem zamanına dayanıyordu. Habil ile Kabil kardeşlere… Bunlar bir konuda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Babaları da RABBlerine kurban adamaları ve kimin kurbanı kabul olursa onun haklı çıkacağını söylemişti. 

Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. -Kurbanı kabul edilmeyen-, “Seni öldüreceğim” demişti. O da, “ALLAH sadece müttaki olanlardan kabul eder. Andolsun sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben âlemlerin RABBinden korkarım. Ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin ve cehennem halkından olasın. Zalimlerin cezası budur” dedi. Nefsi kendisini kardeşini öldürmeye yöneltti ve nihayet onu öldürdü; böylece ziyana uğrayanlardan oldu. 

O anda ALLAH bir karga gönderdi. Karga ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu. “Yazık bana, şu karga kadar bile olmaktan, kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim!” dedi. Sonunda da pişmanlık duyanlardan oldu.”

Habil’in RABBine adadığı kurban ile İbrahim (a.s.)’a inen kurbanın aynı olduğu rivayet edilir. Peki, bu iki kurban kıssası ile anlatılmak istenen neydi? 

Bir tarafta Habil. Çobanlık yapıyor. ALLAH’a adamak için ise en iyi kurbanı seçiyor. Diğer tarafta Kabil. Çiftçilik yapıyor. Değersiz, cılız başaklardan oluşan bir demet sunuyor. ALLAH, sadece takvâ sahiplerinden kabul edeceğini bildirmişti. Habil ALLAH’a olan içten bağlılığı ve samimiyetiyle, elindekinin en iyisini feda etmişti. Bu takva göstergesiydi. Kabil ise içtenlikten uzak, zoraki bir şekilde ve değersiz ürünlerle kurban sunmuştu. Bu, ALLAH’a teslimiyet ve saygı eksikliğiydi. 

 

Dışarıdan bakıldığında her ikisi de bir şey sunmuştu. Ancak ALLAH iç yüzü, yani kalpteki niyeti dikkate almıştı. Kabil’in kıskançlığı ve gururu, kardeşini öldürmesine neden olmuştu. Bu, duygular kontrol edilmezse insanı felakete sürükleyeceğinin bir örneğiydi. Takva, insanı ALLAH’a yaklaştırmıştı. Zaten kurban da köken olarak “yaklaştıran hediye” demekti. Samimi inanç, içten teslimiyet ve ALLAH’a saygı, kabul edilen ibadetlerin temeliydi. Kabil'in işlediği bu eylem, insanlık tarihinde ilk cinayet olarak geçmişti. Böylece insanın hem yücelme hem de düşme potansiyeli olduğu gösterilmişti. Habil’in sabırlı, barışçıl ve inançlı duruşu, zulüm karşısında bir Müslüman’ın nasıl davranması gerektiğinin en güzel örneğiydi. 

Özetle, Habil ile Kabil’in hikayesi, sadece bir kardeş çatışması değil, ibadetin özü, niyetin önemi, kıskançlığın tehlikesi ve ahlaki seçimlerin sonucu üzerine derin mesajlar taşıyordu. Kurbanın kabulü ya da reddi sadece dışsal eylemlere değil, o eylemin içsel değeri ve sahibinin kalbine bağlı olduğunu göstermişti. ALLAH da ayetinde bunu doğrulayan şu sözleri aktarmıştı: “Onların ne etleri ne de kanları ALLAH'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı ALLAH'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi.” 

Diğer taraftan Hz. İbrahim ve İsmail… Şeytanın tüm kışkırtmalarına boyun eğmeyip, ikisi de ALLAH’ın emrine tereddütsüz şekilde boyun eğmişti. Bu, iman ve teslimiyetin en güçlü örneklerinden biriydi. Hz. İbrahim, en sevdiği varlığı, oğlunu ALLAH yolunda feda etmeye hazırdı. Peki, ya biz? Yeri ve gökleri, bizleri, tüm canlıları yaratan, alemlerin RABBi için neyi feda etmeye hazırız? ALLAH’a olan bağlılığımız, dünyevi sevgilerimizin önünde mi yoksa berisinde mi? 

Kurban Arapça’da “kurbe” kökünden gelip yakınlaşma anlamına geliyor. Dolayısıyla kurban ibadeti ALLAH’a yaklaşma, O’nun rızasını kazanma niyetini simgeliyordu. Peki, biz ALLAH’a ne kadar yakınız? Zilhicce ayının 10. günü bayram namazından sonra kestiğimiz kurbanlar… Bazen bayram namazını kılmadan hemen kestiğimiz… Bazen kredi çekip aldığımız… Bazen de sürünün arasından gelişigüzel seçtiğimiz… Kestikten sonra etlerin çoğunu buzluklara stokladığımız… Sahi, biz o hayvanları ne için, kim için kurban ediyorduk? Onları kurban ederek gerçekten ALLAH’a yaklaşıyor muyduk? 

Yoksa mesele başka bir şey miydi? Kurban ibadeti, sadece hayvan kesmek değil, nefsin bencilliklerini kesmek miydi? Ya da ALLAH’a yaklaşma niyetinin bir dışa vurumu mu? 

Habil, elindeki en iyi kurbanı RABBi için seçmişti. Hz. İbrahim de en kıymetlisini, biriciği, oğlu İsmail’i… Onlardaki teslimiyet, samimiyet ve imandandı. Kestiğimiz hayvanların ne etleri ne de kanları ALLAH’a ulaşırdı. Peki ya bizim kurbanımız neydi? Bizim İsmail’imiz kimdi?

Sahip olduğumuz en kıymetli şeyi feda edebiliyor muyuz? Ya da en çok değer verdiğimiz kişileri? Hayvanları kurban ederken aklımızdaki şey etleri nasıl değerlendireceğimiz miydi yoksa samimi bir niyetle bağımlılıklarımızdan birer birer uzaklaşmamız mı? Kurban, yaklaştıran hediyeydi. ALLAH ise el-Karîb. Yani kullarına yakın. Hani ayetinde söylediği gibi “…biz ona şah damarından daha yakınız.” 

Bu dünyada her şeyin zıttıyla var olduğundan hareketle, nefsimize hoş gelenlerden uzaklaşırsak, ALLAH’a yaklaşır mıyız? Uzun yıllar sonra gelen İsmail’i, göz bebeğini, feda etmişti Hz. İbrahim. Sürüsündeki en güzel, en diri koçu feda etmişti Habil. Yani nefislerine en hoş gelen şeylerden vazgeçebilmişlerdi. Ve nihayetinde de ALLAH, onların samimiyetini ve ibadetlerini kabul etmişti. 

Deneyimsel öğreti der ki; insan vazgeçemediği şeylere bağımlı, vazgeçebildiği kadar da özgürdür. Peki, biz RABBimiz için nelerden vazgeçebiliyoruz? Neleri ya da kimleri ikinci plana koyabiliyoruz? Bizim kurbanımız ne ya da kim? Bizim koçumuz hangisi ya da İsmail’imiz kim?




Yorum Gönder

0 Yorumlar