“BİZ GÖREMEDİK, ÇOCUĞUMUZ GÖRSÜN”




Ahmet ailenin tek çocuğuydu. Ailesi geç çocuk sahibi olduğu için bütün sevgisini ona vermişti. Daha küçük yaşlardan itibaren evde bir dediği iki edilmemişti. Ahmet şimdi liseli bir delikanlı olmuştu. Elinde sürekli oynadığı son model cep telefonu ile günün moda olan sosyal medya sitelerinde  gönül gezdiriyordu.


Ailesinin yüksek paralar ödeyerek yolladığı okul ona sıkıcı geliyordu. Neden okula gitmek zorundaydı ki? Babası zaten varlıklı bir iş adamıydı. Nasıl olsa hayatı boyunca para sorunu olmayacaktı. Dolayısıyla çalışmasını gerektirecek fazla bir neden de yoktu diye düşünüyordu Ahmet.

 



Oysa insanın hayatta marifetlenebilmesi ve elindekileri koruyabilmesi için kendi bedellerini kendi ödemesi gerekir. Çünkü insan sadece emeği olanlara değer verir.

İnsan bedel ödedikçe hayattaki hak edişini arttırır.

 

Ama o sıralarda Ahmet bunun fakında değildi.

 

Ahmet ilerleyen yıllarda daha fazla eğlenceye yöneldi ve arkadaşlarıyla dışarıda daha fazla zaman geçirmeye başladı. Diğer arkadaşları da kendisi gibi varlıklı ailelerin çocuklarıydı ve ekonomik olarak sıkıntıları yoktu. 

 

Bir çok öğrencinin üniversiteye hazırlandığı dönemde, onlar genellikle zamanlarını eğlence mekanlarında geçiriyorlardı. Çoğu arkadaşı artık içtiği için, o da içki içmeye başlamıştı. Bu arada bir de kız arkadaşı olmuştu. 

 

Annesi Ahmet’in bu halinden rahatsız olmasına rağmen, babası onu çok fazla  zorlamıyordu. Erkek çocuktur gezsin, eğlensin, biz zamanında yapamadık diyordu. Nasıl olsa oğluna destek olabilecek imkanı çoktu. 

 

Ahmet liseyi bitirdikten sonra üniversiteye devam etmedi. Babası onu kendi şirketinde çalışması için yanına aldı. İlk önce kumaş fabrikasının üretim bölümünde çalışmaya başladı. Üretim hattını kontrol etmek, makinaların arasında gezmek ona göre değildi. Buradan çok çabuk sıkılmıştı. Sonra babası onu satış bölümüne koydu ama orada da pek fazla kalamadı.  

 


Hemen hemen tüm departmanlarda en fazla bir kaç ay çalıştıktan sonra, babasına bu işin ona göre olmadığını söyledi. O kendi işini kurmak ve patron olmak istiyordu. 

 

Ne iş yapabilirdi ki? Hiç bir tecrübesi yoktu. İlk aklına gelen o sıralarda çok revaçta olan bir kafe açmak oldu. Haliyle parası olmadığı için babasından sermaye istedi. Babası başta kabul etmemesine rağmen sonunda ona istediğini verdi. Hatta ekstra destekler de verdi.


Bu kurduğu işyeri de aslında yine bedelsizlik üzerine kuruluydu. Ama Ahmet kendi patronu olmak ve yine arkadaşlarıyla sohbetler etme düşüncesindeydi. Bir kafe nasıl işletilir hiç bir fikri yoktu. Tabii ki açıldıktan kısa bir süre sonra gerçeklerle yüzleşen Ahmet bu işin de kendisine göre olmadığını anladı. 

Hem müşterilere hizmet hem de hesap kitap işleri ona çok ağır geldi. Kafe’yi kapatmak zorunda kaldı. Babasına bu iş pahalıya patlamıştı.

 

Sürekli sorumluluklarından ve ödemesi gereken bedellerden kaçan Ahmet ilerleyen yıllarda daha da marifetsiz, baba parası yiyen bir kişi olmuştu. 

 

Ahmet rahatlık tuzağında çok ilerlemişti... 

 

Anne ve babalar çocuklarını kanatları altına aldıklarında ve ekonomik olarak onlara her türlü desteği verdiklerinde onlara iyilik yaptıklarını düşünürler. Oysa ki bu, çocuklarının daha da marifetsizleşmesine ve hayata karşı güçsüzleşmesine sebep olur.

 

Ahmet gittikçe kendini daha da mutsuz ve başarısız hissetmeye başlamıştı. Lise yıllarında tanıştığı kız arkadaşıyla evlenmek istediğini ailesine açtı. Ama daha çalıştığı bir işi bile yoktu. Babası yine devreye girdi ve düğününü şehrin en lüks yerinde yaptılar. Hatta evini ve arabasını da hediye etti. Nasıl olsa Ahmet bir iş bulurdu. 

 

Mutlu bir evlilik umut etmişlerdi. Ama mutlu başlangıç uzun sürmedi. Sürekli kavga ediyorlardı. Bir yıl geçmeden ayrılmaya karar verdiler. Rahatlık tuzağındaki Ahmet’in eşinden beklentisi haliyle çok yüksekti. Ve eşinin bu beklentileri karşılayamadığını düşünüyordu. Gerçi eşinin evlenme sebebi de Ahmet’in varlıklı olmasıydı. O da bu evlilikten umduğunu bulamamıştı. 

 


Bu arada patlak veren ekonomik krizde Ahmet’in babasının işleri de etkilenmişti ve kötüye gitmeye başladı. Şirket, hızlı bir düşüş dönemi ile borçlarını bile ödeyemez hale geldi ve iflas etti. Artık babası, Ahmet’e olan desteğini de kesmek zorunda kalmıştı. Ahmet buna bir sene kadar dayanabildi ama insanlardan daha fazla para dilenerek yaşaması imkansızdı. 

 

Artık onun için yapılacak tek şey, bir işe girip çalışmaktı. Bu onu önceleri çok zorladı. Tecrübesi de olmadığı için hiç kimse ona iş vermiyordu.  Bulabildiği tek iş bir restoranda garson olarak çalışmak oldu. Bunu kendisine yediremiyordu. Ama yapacak başka bir şey de yoktu. Babasından da para gelmiyordu ve artık kendi ayaklarının üzerinde durması gerekiyordu.

 

Boşa geçen okul hayatı, başarısız iş kurma girişimi, başarısız bir evlilik. Hepsinden kötüsü içine düştüğü şu anki durumu. İnanılır gibi değildi. Nasıl olmuştu da bu hale düşmüştü?......

 

Hani derler ya “gerçekler acıdır” diye. İşte insan sahte ile oyalandıktan sonra gerçeği farkettiğinde ödeyeceği bedel fazla olduğu için, gerçek ona acı gelir. Zamanında ödenmeyen bedeller bir çığ gibi büyüyüp karşısına gelir insanın. 


İnsan problemlerini çözmek için hep sahte çözümün peşinde koşar. Mutlu olacağını düşündüğü sahte çözümler… Her şeyi kolay yoldan elde etmek ister.  Çalışmak yerine başkalarından beklemek…

 

Bu da problemin, hayatın diğer alanlarına da yayılmasına yol açar. 

 

Oysa hayatta kendisi emek veren güçlenir. Bu, hayatın gerçeklerinden biridir.

 

Çocuk yetiştirebilmenin gerçeği, onun hayata karşı marifetlenebilmesi için kendisine ait bedelleri ödetmektir. Her şeyi anne babası tarafından karşılanan çocuk marifeti düşük ve hayatta problemlerinin çözümünü hep başkalarından isteyen biri haline gelir.

 

Eğer kişinin hayatında sahte olan şeyler çoğaldıysa artık gerçeklere duyarsızlaşmaya başlar. Sonunda Ahmet’in hikayesinde olduğu gibi hayat mutlaka kişiyi gerçeklerle yüz yüze getirir. 

 

İnsan bedellerinden kaçmak ister. Kaçtıkça da gerçeğe ulaşma hakkını kaybeder. Oysa kimse kendi bedelinden kaçamaz. 

 

Daha sonrası ise sahte ilişkiler, sahte yaşantılar, sahte kazanımlarla geçen mutsuz bir ömür…

 


Hayatımızda yaşadığımız problemlerin çoğu sahte ile gerçek arasındaki seçimi doğru yapamamaktan kaynaklanır.

 

Gerçek tutarlıdır, anlaşılabilirdir. İnsana sürekli fayda verir. Sahte olan ise anlık haz verir ve toplam da hep kaybettirir.

 

Sahte çözüm kestirme yoldur. O an problemin çözüldüğünü zanneder insan ama problem daha sonra büyüyerek karşısına tekrar gelir. 

 

Gerçek ise bedel ister…

 

Ve gerçek her zaman gerçekleşir…

 

Yorum Gönder

4 Yorumlar

  1. Anne-babalar çocuklarının iyiliğini istiyorlar. Ama çocuk yetiştirmenin gerçeğine uzak olduklarından istemeden yanlış yöntemler uyguluyorlar. Anne-baba olmak yeterli değil, ebeveyn olmayı öğrenmeli insan.

    YanıtlaSil
  2. Televizyon dizilerindeki hayatların ne kadar gerçekten yoksun olduğunu çok iyi anlatıyor. Gençliğinde hayata iyi hazırlanmayan ve bedelini ödemeyen çocukların hayatlarında ertelenen her bedel kişiye fazlasıyla ödetilir. Ailelerin yaptığı en büyük hatadır. Onlarda böyle davranarak sadece kendi egolarını tatmin ederler aslında.

    YanıtlaSil
  3. İllüzyon… dezavantajların kötü gösterildiği ve “Biz görmedik o görsün!” e çevrildiği, bedelsizliğe yönelten iyi niyetle başlayan sonucu kötü olan bir illüzyon…

    YanıtlaSil
  4. İnsan hayatın gerçeğini sırtını yaslayacak birisi kalmadığında anlıyor. Ama bu hayat öyleki er yada geç kişiyi gerçeklerle yüzleştiriyor.

    YanıtlaSil